31 Ocak 2010 Pazar

Ahh...


Ortaokul ve liseyi aynı okulda okudum. Lise 1'in ikinci döneminde bazı sebeplerden dolayı okulu bırakmak zorunda kalıp, ertesi yıl tekrar Lise 1'den başlayarak yine aynı okulda öğrenimime devam ettim. En baştan başlayalım isterseniz...
O zamanlar şimdiki çocuklar/öğrenciler gibi değildi bizim jenerasyonun çocukları/öğrencileri. Bu kadar fırlama değildik. Gözü açık diyemiycem çünkü ben şimdiki neslin genelinin gözü açık değil de bön bakışlı boş beyinli çocuklar olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu siyah ve beyaz gibiler. Yani kimisi zehir gibi, yaşından başından beklenmeyecek sorular ve ilgi alanlarıyla şaşırtırken, kimisi de aptal derecesinde boş. Otobüste merdiven basamağında duruyorsa, inene yol vermek için azıcık yana çekilmeyi bile akıl edemiyor. Ortası yok. Yani orta özelliklerde çocuk yok sanki. Bana mı öyle geliyor? Neyse, konu dağılmasın.
İlkokul bitti ve ortaokula girdim. İlkokulda standartların üzerinde bir öğrenci idim. Ben çok hatırlamıyorum sanki ama öyle diyorlar işte :) Ortaokul için sınava girdiğimde herkes benden çok ümitliydi ama ben barajı bile geçemedim :P Sonra bir şekilde torpil morpille okula adımımı attım. Müdür sağolsun, babamın arkadaşıydı ve benim malum ilkokul geçmişimi biliyordu. Ben de orta ve lise okul hayatım boyunca kendisini hiç mahcup etmedim :)
Ortaokul güzel geçti. Yeni arkadaşlar, çocukluktan çıkış dönemi, yeni dersler, her dersin farklı öğretmenleri, otobüse binip tek başına okula gitmeler ( gerçi ben ilkokul 1'den itibaren hep tek gittim okula. Koskoca kazık kadar çocukları ebeveynlerinin ellerinden tutup da okula götürüyor olmasına uyuz oluyorum ), ilk hamburger yiyişim, patates ekmek, İncekara vs :) Hayatım boyunca asla unutamayacağıma emin olduğum öğretmenlerimden 3 yada 4ü , yine hayatım boyunca unutamayacağımı düşündüğüm arkadaşlarımdan da 4-5 tanesi bu ortaokul dönemimde dahil olmuştur hayatıma. Yarım dönem ara verdikten sonra tekrar başladığımda beni çoktan silmiş olan arkadaşlarımdan 2si de bu 4-5 arkadaş içindedir ne yazık ki...
Sonra yeni 9.sınıfım... Yabancılık. Bazı sorunlar vardı. Burada değinmek istemediğim. Bana karşı bir tavır içine girmişti sınıf. Kırmışlardı beni bazıları. Üzülmüştüm, ağlamıştım... Sonra anladılar. Ve sımsıcak dostluklar başladı. Hala süren... Kim unutabilmiştir ki zaten lise hayatını? Gülerdik, ağlardık, gezerdik, tozardık... Tenefüsler, ah... Yazılılar, kopyalar, dersler, öğremenler,öğretmene aşık oldum zannetmeler, Milli Güvenlik dersleri, çekilen acılar, sürülen hocalar.... Okuldan kaçışlar. Ne güzel arkadaşlarım vardı. Bir sınıftaki öğrencilerin hepsi birden iyi olabilir mi? Bizimki olmuştu işte. Yürekleri de sıcak, dostlukları da. Samimi, riyasız, güvenilir, paylaşımcı, iyiliksever... Son seneki okuldan kaçıp pikniğe gidişimiz... Ertesi gün sınıfımızı yerinde bulamayışımız :) Müdürümüz, sınıfın yerini değiştirip en son kata, 6. sınıfların katına atmıştı bizi. Okulun ve sınıfımızın giriş kapısına da kaçtığımız güne ait yoklama fişinin fotokopisini asıp bizi rezil etmeye çalışmış ama başaramamıştı :P Aynalı Tahir vardı :) Ben çok sever ve elimde tesbihle gezerdim ona özenip :)
Lise sonun son günleri... Ah kıymetinizi bilememişiz... Hele sınıfımızın o bomboş görüntüsü... Gözümün önüne her geldiğinde tüylerim diken diken olur gözlerim dolar... 1997'de okul hayatıma bir süre ara verdiğime hiç pişman olmadım.
Sonra... Okuyanlar, başka şehirlere tayini çıkanlar, evlenenler, şehir değiştirenler. Birer birer yuvadan uçuşlar... Sen orada, ben burada, o şurada... Telefonlaşmalar, mesajlaşmalar, mektuplaşmalar. Her birimizin sıfatı değişmiş. Öğretmen S., yönetici Ü., ev hanımı ve iyi bir eş N., M., E., H., A., halkla ilişkiler uzmanı H., laborant ve biyolog E., mimar Z., radyocu Z., muhasebeci S.(ben), mali müşavir adayımız F..... Ama hala sıcacık herşey... Ben çoğundan uzaktayım. Bir kısmı hala görüşüyor buluşuyor. Çocukları bile arkadaş oldu. (Bkz. yukarıdaki fotoğraf ) Ben de bazen dahil oluyorum onlara, bazen de böyle uzaktan haberlerini alıyor, fotoğraflarına bakıyorum. Ama hepsini gerçekten çok seviyorum. Kayıtsız şartsız sonuna kadar her birine güvenebileceğimi biliyorum. Başıma kötü birşey geldiğinde fazla samimi olmadıklarımın bile en az benim kadar üzüleceğini, mutlu oldugumda en az benim kadar onların da mutlu olacağını, üçü-beşi hesaplamayacaklarını, nazımı çekeceklerini biliyorum, hepsini biliyor ve ta içimde hissediyorum. Çünkü onlar gözümde aynı sıfata sahipler hala: DOST... Allah sizi benden almasın.

Bu benim lisemin binası sanırım. Emin olamıyorum, çünkü öyle çok şey atlattı ki. Önce boş bırakıldı. Öğrenciler merkez binaya aktarılmış. Sonra serseriler camlarını kırmışlar, içine ne idüğü belirsiz insanlar yerleşip viraneliğine katkıda bulunmuşlar. Sonra başka bir okul yerleşmiş. Şimdi ne durumda bilmiyorum. Ah benim güzel okulum, 6,5 yılım geçti sınıflarında, koridorlarında, bahçende, pencerelerinde. Göreceklerimden korktuğum için, içim elvermiyor bir gün ziyaretine gelip de seni doya doya seyretmeye :(

29 Ocak 2010 Cuma

Yeni Cami




İşşşşşşş :)


Sevdiğim bir işim oldugunu daha önce de söylemiştim. Eminönünde bir şirkette muhasebe departmanındayım. Yani sürekli hesap kitap işleriyle uğraşıyoruz. Ben müşteriler kısmındayım. Bu müşteri milletinin hiç derdi tasası bitmiyor. Birşey alır, aldığını inkar eder. Borcunu inkar eder. Ödeme yapmaz, yaptığını iddia eder. İade yapar, iade faturası kesmez, KDV'yi neden düşmedin diye isyan eder. Vs vs . Pazarlamacılarımız desen, onlar da ayrı bir alem :) Bazen didişiriz bazen gülüşürüz. Ama yine de hala seviyorum işimi işte :) Çalışma arkadaşlarımı da seviyorum. Hepsi gerçekten de iyi ve güzel insanlar. Arasıra tabi ki tartışmalarımız, anlaşamadığımız konular oluyor. Ama bunlar da yaşamın olmazsa olmazları zaten. En küçüğünden en büyüğüne, bayanından erkeğine kadar hepsi de efendi, saygılı, iyi insanlar. Ne erkeklerde ne de bayanlarda ters bir hareket görmedim şimdiye kadar. Ne kimseye yan gözle bakarlar ne de kuyu kazmaya çalışırlar.
İşverenlerimiz de çok iyiler. Abi kardeş iki tane patronumuz var. Hak-hukuk gözeten, yardımsever insanlar. Tek şikayetçi oldugum konu yol. Ben Anadolu yakasındayım, İşyerim Avrupa yakasında. Aslında mesafe yakın. Ama mesela vapuru 5 saniye ile kaçırırsam, 25 dakika sonraki vapura kalıyorum. Böyle olunca otobüsümü de kaçırıyor ve yine 20-25 dakika sonraki otobüse biniyorum. Ve trafiğe takılıyorum. Etti mi sana toplamda 1 saat kayıp :( Sonra eve git, yemek yok. Yemek yap, bulaşıkları toparla, ortalığı düzelt, çamaşır vs derken epey geç oluyor, yatıyorum. Önceden 45 dakika, 1-2 saat yatakta ordan oraya dönüp uyuyamadığımı bilirim ama şimdi kafamı koyar koymaz birkaç saniye içinde uyuyorum yorgunluktan. E ne bi sosyal hayat, ne eşimle oturup muhabbet etmek, ne gezmek ne tozmak. Bunlara uzak kalıyorum. İşten çıksam, İstanbul'da yaşam zor. Maddiyat en büyük engellerden biri. Çıkmasam, yorgunluk ve birçok şeyden soyutlanmış bir yaşam...
Amaaaaan devam ediyorum işte. Pes ettiğim yere kadar gideyim :) Ayy ben ne kadar tutarsız bir insanım yaa :P Acaba yükselenim ikizler mi ki?
Yukarıdaki fotoğraf, yıllardır burada çalışan bir muhasebeci abimizin emeklilik vesilesiyle giderken bana emanet ettiği küçük bambum :)
Aşağıdaki fotoğraf da iş arkadaşım A.nın (karşı masada kafası görÜnüyo :P ) kedileri çok sevdiğim için bana hediye ettiği, fotoğrafını çekebilmek için masaya konmuş olsa da gerçekte bilgisayarımın tepesinden bana bakan sepet içi pisiciğim :)

Bu post anlamsız, amaçsız ve saçma bir post oldu :) Okuduğunuza pişman olmuşsanız kızmam :P En iyisi, siz en başa dönün, başlığı okuyun ve sonra okumaktan vazgeçin :P

27 Ocak 2010 Çarşamba

Patlıcanlı Kaşarlı Tavuk yada Tavuklu Kaşarlı Patlıcan :)


Pazar günü evde olduğumu ve iş namına hiçbirşey yapmayıp tembellik ettiğimi söylemiştim bir önceki postta. Öyle boş kaldığım zamanlarda hep yemek yapasım gelir benim ve üşenmezsem kalkar yaparım :) 1 aydır diyette oldugum için doğru dürüst yemek yapmıyordum pek. Ama eşime de yazık dimi :) Gerçi sağolsun yemek konusunda hiç sorun çıkarmaz. Hemen hemen herşeyi de yer. Ben çok yemek seçerim ama kendim yemiyorum diye eşimi de mahrum bırakmam tabi. O yüzden, bu pazar evdeki tembelliğimi fırsat bilip onun sevdiği bir yemeği yapayım dedim. Önce tatlı yaptım işte. Sonra da şu yukarıda fotoğrafı görünen yemeği ve bir de pilav yaptım. Mercimek çorbası da yapacaktım aslında ama o kadarına da üşendim artık :)
Eşimin söylediğine göre yemek de pilav da süper olmuş :P Ben patlıcan ve soğan yemediğim için bu yemeğin sadece tavuklarından yedim biraz. Diyeti bugünlük biraz bozduğum için pilav da yedim bir porsiyon :) Yaa tamam kızmayın, yarın tekrar devam edicem diyete, bozmaya hiiiç niyetim yok :) Ama gerçekten bu soğukta canım tatlı falan istiyor hep :(
Neyse, ben tarife geçeyim, çenem düştü yine :)


MALZEMELER:

2 patlıcan
2 sivri biber
2 (yada daha fazla) parca tavuk göğsü (kuşbaşı doğranmış)
1 soğan
2 diş sarımsak
1 yemek kaşığı salça
1 su bardağı bezelye
Dilimlenmiş kaşar peyniri
Tuz, karabiber, isot
Sıvıyağ
Borcam :)

YAPILIŞI:

Öncelikle patlıcanları alacalı soyup halka halka doğruyoruz ve acısı çıksın diye tuzlu suda yarım saat kadar bekletiyoruz. Sonra iyice kurutup kızgın yağda kızartıyor, yağını çekmesi için kağıt havlu üzerinde bir müddet bekletiyoruz.
Bu esnada kuşbaşı doğranmış tavuk etlerini biraz yağda rengi dönene kadar kavurup soğanı, sarımsakları, küçük doğranmış biberleri ekliyoruz. Biraz daha kavurduktan sonra bezelyeleri ekliyoruz. Birkaç dakika sonra salça, tuz ve baharatları da ekleyip yarım bardak kadar su katarak 10 dakika kadar pişiriyoruz.
Tavuklar piştikten sonra fırın tepsisine yada orta boy bir borcama alıyoruz. Üzerlerine, kızartıp yağını emdirdiğimiz patlıcanları diziyoruz. Dilim kaşarları yada rendelenmiş kaşarları da üzerine döküp 200 derecede ısıtılmış fırında kaşarlar eriyene kadar pişiriyoruz. E sonra da yiyoruz :)
Gördüğünüz gibi ben yanına pilav da yaptım ve eminim siz de yaparsınız, söylemeye gerek yok :) Haydi afiyetle yiin gari :)

25 Ocak 2010 Pazartesi

"Kar"lanmış İstanbul'un En Berbat Fotoğrafları :)

Fotoğraf kursuna da gittiğimden mütevellit, elime fotoğraf makinasını her aldığımda, kendimi Ara Güler falan sanıyorum galiba :P O yüzden, heryerin fotoğrafını çekesim geliyor. Çekerken de kendime göre ayarlar yapıyorum makinamda. Sonra çektiğim fotoğrafa bakıp da durumun vehametini gördüğümdeyse yeniden çekmek için çok geç kalmış oluyorum :) Birkaç gündür yağan karı ve bu yüzden daha da güzelleşen İstanbul'u müthiş (!) fotoğraflarımla bir de ben ölümsüzleştireyim diye fotoğraf makinamla sokaklara düşüp deklanşöre basa basa eve geldiğimde aşağıdaki fotoğraflarla karşılaştım hiç şaşırmamış bir halde :) Heheh :) Amaaan idare edin. Nasıl olsa başka bloglarda ve sitelerde bol bol güzel fotoğraf görüyorsunuz. Benimkiler de şimdilik böyle oluversin :)
İşten çıkıp Yeni Cami civarından Kadıköy vapur iskelesine giderken şu manzara vardı:

İskeleye girdiğimdeyse, üşüdüğü için içeriye girip bir köşede hüzünlü gözlerle ısınmaya çalışan şu köpekcik vardı karşımda:

Kötü havalarda korktuğum için kaptan köşküne gire çıka ahbap :P olduğum kaptan amca beni çağırdığı için yukarıya çıktığımda, vapurun kar ve soğuktan dolayı bomboş olan en üst katı şu haldeydi:

Her ne kadar düzgün bir pozla o eşsiz güzelliği yansıtmayı başaramamış olsam da, kaptan köşkünün penceresinden Kadıköy ve iskele şöyle ışıldıyordu:

Ve iskeleden çıkarken, kaptan amcanın üstüme alındığım vapur düdüğünden sonra arkama baktığımda, vapurum ve iskelem demir kapının parmaklığının arasından böyle görünüyordu:

Nihayet otobüsten inip evime doğru ilerlerken, parkımızın karlar altındaki halini de çekmeden geçemedim:


Bu sabah ise heryer daha güzeldi sanki. Bembeyaz ama bir yandan güneş de kendini göstermiş. İstanbul aydınlık, İstanbul hareketli, İstanbul güneşli, İstanbul karlı, İstanbul vapurlu, İstanbul tramvaylı, İstanbul Galatalı, İstanbul Kız Kuleli, İstanbul köprülü, İstanbul Eminönülü yani İstanbul yine eşsizdi... Ama fotoğraf makinam evdeydi :( ... Mutlu haftalar dilerim...

24 Ocak 2010 Pazar

Hindistancevizli İrmikli Tatlı


İstanbul bembeyaz... Öyle güzel ki heryer. Çıkıp saatlerce, yanaklarım kıpkırmızı olana ve ellerimi hissetmez hale gelene dek kartopu oynamak ve karlarda yuvarlanmak istiyorum. Ama maalesef hiç tanıdığım ve komşum yok, kiminle yapabilirim ki bu dediklerimi. Tek başıma da deli dana gibi görünürüm :) Eşim dışarıda, o gelince çıkarız belki. Aslında bir yandan da sıcağımsı evimden çıkmak da istemiyorum :)
Geçen haftaki Pazarım dolu olduğu için temizlik vs işlerimi bu Pazar'a bırakmıştım ama bu sefer de soğuk bahanem oldu ve yine birşey yapmadım :P Uzuuuun bir yatak tembelliğinden sonra kalktım ve tatlı yaptım :) E artık bir bloğum olduğuna göre tatlımın fotoğraflarını çekip de tarifini buraya eklemesem ayıp olurdu dimi :)
Ben bu tatlıyı yesilkivi'de görüp denemiş ve çok beğenmiştim.Fırsat buldukça da yapıyorum. Revaninin hindistancevizlisi gibi birşey.


E geçelim tarife :)

MALZEMELER:

Kek için:
4 yumurta
1 çay bardağı şeker
1 çay bardağı irmik
1 çay bardağı sıvıyağ
1.5 su bardağı hindistancevizi
1 paket kabartma tozu
1 paket vanilya
1 su br. un

Şerbeti için:
3 su br su
2.5 su br şeker
Birkaç damla limon suyu

YAPILIŞI:

Kekin sıcak, şerbetin soğuk olması gerektiği için önce şerbeti hazırlıyoruz. Bunun için de, su ve şekeri tencereye alıp orta ateşte karıştırarak kaynatıyoruz. Kaynamaya başlayınca altını kısıp 7-8 dakika sonra birkaç damla limonsuyunu ekleyip altını kapatıyor, arasıra karıştırarak soğumaya bırakıyoruz.
Şerbet soğurken kek hamurunu hazırlıyoruz. Önce yumurta ve şekeri 7-8 dakika mikserle iyice çırpıyoruz. Sıvıyağ, irmik ve hindistancevizini ekleyip birkaç dakika daha çırpıyoruz. Sonra un, kabartma tozu, vanilyayı bir yerde karıştırıp eleyerek hamura ekliyor ve birkaç dakika da bu karışımı çırpıyoruz. Yağlanmış borcama hamuru döküp üstünü kaşıkla düzeltiyoruz. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında üzeri kızarana dek pişiryoruz.
Fırından çıkardıktan birkaç dakika sonra dilimleyip şerbeti kekin heryerini kaplayacak şekilde döküyoruz. Soğuduktan sonra servise hazır oluyor efendim :) Afiyet olsuuuun :)
He bu arada, kek hamuru sıvı olmuyor. Katı gibi oluyor. O yüzden endişelenmeyin. Yukarıdaki ölçüler ideal ölçüler :)

Fotoğraflarım da yavaş yavaş güzelleşiyor galiba dimi? :) Yada ben mi öyle sanıyorum :P

22 Ocak 2010 Cuma

....


Hayal kırıklığı...
"Keşke"siz bir hayat var mıdır acaba? Verdiğimiz kararların acı sonuçlarını hep tek başına mı çekmek zorundayız? "Keşke" dememek için çaba üstüne çaba harcarken, seyircilerin fazla olması mı yoksa yardım etmesini gönülden istediğin tek bir seyircinin boş gözlerle umursamazlığın içine daldıkça dalması mı daha kötüdür?
Hayal kurmasaydım, kırılacak bir hayalim de olmazdı dimi? Adımımı mutluluğa mı yoksa sis gibi ağır ağır çöken mutsuzluğa mı attığımı bilsem, geri mi çekilirdim yoksa hayalimin peşinden gitmek için gözlerimi kapatarak mı atardım o ilk adımı ve devamındakileri?
Ama onlar benim hayallerimdi, siz neden bozdunuz ki?
Bir vapur iskelesinde saatlerce otururken; gülen, somurtan, tedirgin, alaycı, kuşkulu, küçümseyen suratları seyretmek beni daha da içime kapatıyorsa, gittikçe daha da mı yalnızlaşıyorum demektir?
"Sen böyle değildin." diyorlarsa,sebebin "Sen neden böyle oldun?" diye soracak kimsenin olmayışı oldugunu kime ve nasıl anlatabilirim ki? Hangi cümleleri kurarsam hissederler yalnızlığımı? Hangi cümleleri kurarlarsa silkinir ve umudu görürüm? Derdimi küçümseyenin derdini küçümseyemeyişimin nedeni nedir? Farkına vardığım ama ömür boyu sadece içimde taşımak zorunda kaldıklarımı anlatamıyor oluşumdandır dertsizmiş gibi görünüşüm. Kim anlar, kim bilir?
"Consume, obey, die"
Tükettim (kendimi), itaat ettim (susmam gerektiğini zorla hissettirenlere) ve öl..medim henüz. Bedenen... Ruhen?
Yıllar önce Makbule, dört gözle beklediğim mektuplarından birinde "Silkelenmeye ihtiyacın var, o kadar tozlanmışsın ki..." dedi. Şimdiki halimi görse? Göremez ki. Kaybettim izini. Neredesin Makbule? Bana yine mektuplar yazsan? Cinnet mi geçirdin cinayet mi işledin? Neden kayboldun Makbule? Ben seni seviyordum oysa. O simsiyahlığın hoşuma gidiyordu. Simsiyah ayakkabılar, simsiyah kıyafetler, simsiyah bir sırt çantası ve başında simsiyah bir eşarp. Saçların da mı simsiyahtı, hiç görmedim bilmedim... Asıl silkelenmesi gereken sendin, ama bunu söylemedim sana hiç. Bencildim. Yada fazla merhametli. Şimdi gelsen söyler miyim bilmiyorum. Önce beni silkelesen? Ne ara bu kadar toz bağladım ben? Yavaş yavaş mı oldu aniden mi?
Hııhı evet çok neşeliyim ben. Cıvıl cıvıl... Çünkü tozlarım renkli. Cam tozları. Rengarenk. Ama cam. Batıyor...
Lay la lay lay lay looomm...

Not: Pembeyi bu yüzden mi çok seviyorum?

19 Ocak 2010 Salı

Dore


Bir önceki postta eltimlere kahvaltıya gittiğimi söylemiştim. Muhabbet esnasında eltim Dore diye bir kuruluştan bahsetti. Ülker grubuna aitmiş. Or.iflame, A.von gibi ama bunda mutfak eşyaları temizlik bezleri vs de var. Duymuş muydunuz hiç? Kataloğu inceledim. Parfümleri falan Türkiye'de çok da bilinmeyen ama aslında bilindik ve kaliteli markaların parfümleri. Makyaj ürünleri de öyle.

Takılar falan da var. Şunu beğendim mesela:

Fiyatlar da uygun geldi. Ben özellikle mutfak eşyalarına bayılırım. Kullanmaya pek vaktim olmasa da eşyalarını seviyorum. Saklama kapları, tabaklar, kahvaltılıklar, tencere tavalar, elektrikli mutfak aletleri vs. Artık herşey rengarenk. Çekiyor insanı ister istemez. Dore'de de mor mor mutfak malzemeleri buldum :) Çok şekerler :)

Fonksiyonel, işleri kolaylaştıran ıvır zıvırlara da bayılıyorum :) Aslında almaya pek de gerek yok ama yine de elimin altında bulunmaları da hoşuma gidiyor :) Mesela şöyle:

Ne cici dimi :)
Dore hakkında olumlu yada olumsuz duyduğunuz neler var? Varsa bilmek isterim. Çünkü hemen üye oldum :) Satmasam da kendime geliş fiyatından alabilmek için :) Zaten bu tip evden satış markalarının en büyük kandırmacası da bu oluyor aslında dimi :) Hehe. Eltim epey satış yapıyormuş, bebekten dolayı evden pek çıkmıyor olmasına rağmen. E tabi biz kadın milleti bayılıyoruz kap-kacağa :) Lazımsa da değilse de alıyoruz. Sonra duruyor bir kenarda :P Belli bir miktarda satış yapınca hediyeler de geliyormuş. Mesela eltime tava gelmiş.
Ayy işte böyle. Yeni birşey oldugu için sizlere bir sorayım dedim. Reklam meklam değil valla hee yanlış anlaşılma olmasın :) Ama yine de üye olmak isteyen olursa bana söylesin, darılırım valla aaaa :Pp
Fotoğrafları katalogtan çektim ama siz sitesine de bakabilirsiniz:
http://www.doreonline.com.tr/

18 Ocak 2010 Pazartesi

Haftasonu


İş yoğunluğumdan sık sık bahsediyorum. Bloğumu düzenli takip edenler varsa biliyordur :) Etmeyip de bu yazıyı okuyan varsa da takip ediversin bugünden itibaren :P
Aslında iş yoğunluğu demek uygun düşüyor mu bilmiyorum. Vakit azlığı mı desem? Yani işyerinde ve iş yollarında epey vakit geçirdiğim ve sadece bir gün hafta tatilim olduğu için evime, eşime, akrabalarıma ve gezme tozmaya pek vakit kalmıyor. Benim derdim/sıkıntım bu işte :) Çok zaman, anca önemli bir olay vesilesiyle gidiyoruz akrabalara.
Bu pazar da görümcemin doğum günü olması münasebetiyle eltime kahvaltıya gittik. Kutlamadan ziyade buluşup muhabbet etme ortamı oldu ve iyi de oldu. Eltimi de görümcemi de severim. Eşimin ailesi tarafında en sevdiklerim onlardır hatta :) Diğerleri de kötü değil tabi ki ama yaşlarımızın da yakın olması sebebiyle en yakın olduklarım onlardır.
Evden çıkarken planımız, kahvaltıdan sonra fazla durmayıp eve gelmekti. Zira benim evde birsürü işim vardı. Çamaşır, ütü, ev süpürmek, toz almak, yemek yapmak gibi :) Eşim de not vs girecekti. Ama gelin görün ki evdeki hesap her zamanki gibi çarşıya uymadı:) Hangi atamız bu teoriyi geliştirdiyse alnından öpecem :P Kahvaltıya diye gidip akşam yemeğini de yiyip kahveleri içip geldik :D E tabi bunda ortamın da etkisi büyük :)
Ben hala diyette olduğum için, kahvaltıda sadece şu yukarıdaki peynirlerden iki kibrit kutusu kadar :) ve domateslerden de birkaç dilim yiyip çay içtim. Yani yukarıdaki peynirlerin hepsi benim değildi :P Karşıda görünen de babannemiz oluyor. Akşam da bir kaşık pilavla bir avuç kadar büyüklükte tavuk yedim. Ama hakikaten az yemek süper birşey. İnsan kendini hafif hissediyor, henüz hafifleyememiş olsa da:)

İşte günün en güzel şeyi de şu yukarıdaki varlıktı :) Melek mi desem bebek mi desem :) Akşam olup da evimize geldiğimizde ellerim hala bebek kokuyordu :) Misssss gibi birşey bunlar yaa. Nasıl da sevdiriyorlar kendilerini. Koskoca insanları maymuna çeviriyorlar :) Genelde benim kucağımdaydı hanımefendi :) Eeee tabi buldu pofuduk pofuduk kucağı mayıştı durdu:) Birkaç kez kucağımda öylece uyuyakaldı :) Dişsiz ve komik yaratık :P Ama hakikaten sorumluluğu çok büyük. Kendinden bile daha fazla özen göstermen gerekiyor. Çünkü tamamen sana bağlı. Aciz. İlgilenirsen karnı doyuyor, ilgilenirsen üşümesi geçiyor, ilgilenirsen hastalığı iyileşiyor. Yoksa hiçbirşey yapamıyor:( Anne-baba olabilmek için en büyük şart sabır bence. Bir de merhamet. Yoksa, çöpe atılan bebekleri görüyoruz işte haberlerde :( Gerçi bilemeyiz de o anne babaların neler yaşadıktan sonra böyle birşey yaptığını. Belki bir cinnet halinde yapıyorlar ve sonradan pişman oluyorlar. Bu konu beni aşar.
Velhasıl, güzel bir haftasonu geçirip işimizin başına döndük işte :) Bu post da burada biter :D

Parmaklar arasındaki farka bakar mısınız :) Oyyyy yesin yengesi onu :) Maşallah dersiniz tamam mı :)

15 Ocak 2010 Cuma

Çorba Yaptıııımm :)


Efem, biliyorsunuz ki ben bu blog dünyasında yeniyim. Okuyucu/takipçi olarak bile sadece 2 yılcık bir deneyimim var :) O yüzden yavaş yavaş öğrenmeye çalışıyorum işte ne yapılır nasıl yapılır vs gibi konuları. Blogların vazgeçilmezlerinden biri de fotoğrafmış, anlamış bulunmaktayım. Ama henüz fotoğraf çekme özürlüyüm, mazur görün yamtiri yumtiri fotoğraflarımı :)
Yemek bloğu değil benimki. Ama belki birgün olur. Çünkü yemek yapmayı da yemeyi de çok seviyorum :D İş-güçten dolayı artık pek fırsatım olmuyor afilli yemekler yapmaya ama yaptığım zamanlarda da fotoğraflarını çekip bloğuma koyup tarifini de güzelce anlatasım geliyor. Sonra ya unutuyorum, ya hepsi hemen yeniyor, ya düzgün fotoğraf çekemiyorum yada yaptığım yemeği bir blogdan alıp da yapmışsam kendi bloğuma eklemeye çekiniyorum. Dedim ya, blog dünyasına yabancıyım ve böyle başka bloglar sayesinde öğrenilmiş olan yemekleri koyunca o blogların sahipleri kızıyor mu bilmiyorum :)
Bu çorbayı da birsence ve portakal ağacından öğrendiklerimi birbirine karıştırıp kendi tarifimi oluşturarak yaptım :) Veeee ilk etkinliğimi gerçekleştirmek amacıyla Tuz-Biber Dergisinin Çorba Etkinliğine gönderiyorum :)

MAHLUTA ÇORBASI

Malzemeler:
1,5 su bardağı kırmızı mercimek
1 su bardağı haşlanmış aşurelik buğday
1 adet rendelenmiş soğan
2 tatlı kaşığı toz kişniş
1 tatlı kaşığı kimyon
1/2 tatlı kaşığı karabiber
1 adet Bizim et bulyon
2-3 yemek kaşığı sıvıyağ
Tuz
Su
Ve bir adet düdüklü tencere :)


Yapılışı:
Mercimekleri iyice yıkadıktan sonra tencereye alıyoruz. Soğanı, buğdayı, sıvıyağı, baharatları, tuzu, eritilmiş bulyonu ve malzemelerin üzerini 4-5 parmak geçecek kadar suyu da üzerine ekleyip düdüklüyü kapatıyoruz. Buharı çıktıktan sonra altını kısıp 10-12 dakika daha pişiriyoruz. Altını kapattıktan sonra ve tabi düdüklü de soğuduktan sonra tabağa alıp afiyetle yiyoruz :)

Hadi bakalım, poğaçamı saymazsak ilk yemek tarifimi de vermiş oldum :) Eşim de ben de beğendik bu çorbayı. Fotoğraflar da idare eder işte :D İlk kolajımı da yaptım, düzgün olmasa da. Ayy ben bu işi çok sevdim :) Umarım ilerlerim.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Bir haberim var :)

Ah koyun kardeeeeşşş, ne kadar haklısın. Ben de bıktım valla hergün hergün ot yemekten :P Gerçi henüz 15 gün oldu ama gözümün önünde uçuşuyor yemekler :D Kebaplar, lahmacunlar, dönerler, pizzalar, patlamış mısırlar hele de o spagettilerrr. Böhüüüü bitsin artık bu çileeeee, çekemem bile bileee :D Yıllardır bu kadar yemesem şimdi ot yiyip de hörgüçten beslenmek zorunda kalmayacaktım tabi. Topu topu 20 kilocuk fazlalığım var aslında :P Daha önce de bahsetmiştim yıllardır süregelen diyet maceralarımdan. En fazla 10 kg vermiş ve dayanamayıp tekrar saldırmış idim yemeklere :( Ama naapiiim, şunların güzelliklerine bi baksanıza hele: Enfes yemekler yapan bazı bayanların bloglarını gezerken ağzımın suyu akıyor, feleğim şaşıyor, astigmatım ilerliyor yav :) "Gezme o zaman." diyeceksiniz ama ona da bahanem var: "Yiyemiyorum bari gözüm doysun." :P Eheheh :) Neyse. Şuan yine diyetteyim yani. Ama bu kez daha bi kararlıyım gibi sanki. 15 gün önce başladım işte. Bugün ilk kontrolüm vardı. Ben hiç kilo veremedim diye sevine sevine gittim diyetisyene. Neden sevindin diye sorar mısınız bilmem ama eğer sorarsanız diye cevap vereyim. Kilo verememişsem "E madem veremiyorum, boşuna açlık çekmeyeyim. Yemeye devam." diyecek ve soluğu kebapçıda alacak, üstüne üstlük eve gelince de kendime spagetti pişirecek idim :D Ben uslanmam, kilo milo da veremem dimi, hihihih :) Ama değerli okuyucularım (huuu kaç kişisiniz?) 2,4 kg vermişim :) Ve işin güzel yanı, bu 2 kg 400 gramın 2,3 kilosu yağdan gitmiş. Ayyy maşallah deyin. Listemi de yeniledi diyetisyenim: Her ne kadar bu liste kişisel olsa da yani yaş-boy-cinsiyet-yağ su oranı vs gibi etkenlere bağlı olarak kişiye özel hazırlanmışsa da, uygulamak isteyenler önce hesap numaramı alıp hizmet bedelini yatırsınlar :P Böyle işte. Bitti. :P :)) Ayy bi dakika durun gitmeyin. Kendime ödül olarak bir dilim tatlı verdiğimi de söylemeden geçmeyeyim :D

10 Ocak 2010 Pazar

Off Yaaa :(


Çalışan bir bayan oldugumu söylemiştim dimi? Hıı evet söylemişim ama okudunuz mu bilmem :P Eve geç geliyorum akşamları. Sadece Pazar günüm boş. Böyle olunca da pek misafir ağırlayamıyorum. Hatta hiç ağırlayamıyorum :D Ama aslında sofra hazırlamayı, yemekler yapmayı hele bir de yaptıklarımın iştahla yenilmesini çok seviyorum :) Bu aralar sanırım bloğumun da etkisiyle pek bi misafir çağırasım geldi :) Misafirler gelsin, yemekler hazırlayayım da fotoğrafları bloğuma ekleyeyim diye :) Hem de gerçekten de insanlarla birlikte olmayı, sohbet etmeyi falan çok özledim. Normalde evlenmeden önce hiç sevmezdim böyle ev oturmalarını, günleri. Annem giderken hiç gitmezdim. Ama şimdi canım çekiyo işte :) Belki doğup büyüdüğüm şehirden başka bir şehre evlenmiş olmam ve burada pek tanıdığımın olmamasından kaynaklanıyordur.
Neyse işte, bütün bunların etkisiyle bugün eşimin amcasıyla yengesini ve babannesiyle dedesini kahvaltıya çağırdım. Çok güzeeel bir kahvaltı sofrası hazırladım. Yada ben öyle sanıyorum :P Fotoğrafını çekip bloğa da koyacağımı düşünerek bi güzel süsledim özenle. Sonra noldu? ühühühühühüüüüüü, ev hanımı tecrübesizliğimden midir nedir, misafirler gelene kadar yetiştiremedim hiçbirşeyiiiii :(( Böreğim fırında pişmek bilmez, yumurtalı ekmek yapacaktım ama oohooo, biberli sosis kavurmam yanmak üzere falan filan. Alelacele yumurtalar menemene dönüştü. Sosisler tabağa alındı, salatalık ve domatesler yengem tarafından doğrandı. Çay bile hazır değil :P E tabi durum böyle olunca fotoğraf çekemedim :) Sofraya oturduk ama benim içim gidiyo. Misafirler yiyecekleri yiyip tabaklar boşaldıkça ah vah ediyorum, "biraz kalsa da foto çeksem" diye :P Şaka tabi :)Sofradan kalkıldığında hala bir şansım vardı, tekrar düzenledim tabakları ama fotoğraf çekmeye utandım, görgüsüz mörgüsüz derler mi ki diye:P Velhasıl efem, benim daha birkaç fırın ekmek yemem gerekecek galiba bloğuma bir davet soframın fotoğrafını koymam için :) Aşağıdaki ve yukarıdaki fotoğraflar da herkes gittikten sonra tabağa alelacele yamuk yumuk konmak suretiyle saçma sapan fotoğraflanabilmiş halleyli pastam ve patatesli sarma böreğimiz :) Fotoğraf çekme özürlü biri yani benim tarafımdan çekildi fotolar? Kursa da başladık bakalım ne zamn öğrenecem güzel çekimler yapmayı :) Ne dersiniz, olacak mı bu iş, bi ışık görebiliyor musunuz bende? :D

8 Ocak 2010 Cuma

Çocuklarda Hayvan Sevgisi Yada Hayvanlarda Çocuk Sevgisi :)


Farkettiniz mi bilmiyorum, hayvancıklar çocuklara karşı çok daha farklı davranışlar sergiliyorlar. Nasıl davranışlar olduguna geçmeden önce çocuklardaki hayvan sevgisinden söz etmek istiyorum biraz. Çocuklar dünyanın en masum canlılarıdır. Hele de 4-5 yaşlarına kadar korku nedir bilmezler çünkü dünyaları o kadar temizdir ki birşeyin kendilerine zarar verebileceğini düşünmezler bile. O yüzden o yaş döneminde çocukları köpekle, polisle, iğneyle vs korkutmak çok yanlış bana göre. "Bak polisler gelir götürür seni.", "Seni köpeğe veririm, sus ağlama!", "Aaa Mualla teyzesi,ağlıyo bu çocuk, bi iğne yapıver." gibi uyuzca tehditler yüzünden çocuklar nerde bir polis görse kaçacak delik arıyor mesela. Benim babam bize hep "Neden korkuyorsunuz ki, polisler de bizim gibi bir insan, korkmayın, başınıza birşey gelirse gidin konuşun." falan derdi. Ayyy bak ben ne anlatıyordum nereye geldim :D Bu konu daha farklı bir konudur ve hiç girmeyeyim beni aşar çoluk çocuksuz bir bayan olarak :) Bekara karı boşamak kolaymış, annem öyle der :)

Dünya gitgide sevgiden ve merhametten yoksun insanlarla doluyor. Bu fotoğraflardaki minik melekler nasıl oluyor da büyüyünce bir canavara dönüşebiliyor bilmiyorum ama bu hallerini o kadar seviyorum ki. Isırır mı tırmalar mı korkusu olmadan hayvanlarla ne kadar güzel vakit geçiriyorlar. Hayvanlar da çocukları seviyor, fotoğraflardan farkedebildiniz mi? Mesela yukarıdaki fotoğrafta köpeğin surat ifadesine bir bakın, ne kadar da sıkılmış-bıkmış ama yine de o çocuk onunla hamur yoğurur gibi oynamaya devam ettiği halde hiç tepki vermiyor. Biliyor, anlıyor zarar gelmeyeceğini. Normalde şu aşağıdaki şekilde bir kedinin üstüne otursanız ne yapar sizce?

Valla, ben otursam, birşey yapmaya kalkışacak kadar ömrü kalmaz gerçi :P Ama normal bir insan oturduğunda hemen tırmalar yada kaçar. Bu kedicik kaçmamış. Çünkü çocugun -isteyerek- zarar vermeyeceğini biliyor içgüdüsel olarak. Kedi gözü oyanlar, kuyruğunu kesenler, bacağını kıranlar bunu niye yaparlar anlamam. Dengesiz, şahsiyetsiz yaratıklar!
Ayy dizi seyrederken bloğa birşeyler yazmak da zormuş :D Daldan dala atladım. Yaa bu postun özeti şudur: Çocukları sevelim,hayvanları sevelim, çocuklara hayvanları sevdirelim, çocuklara ve hayvanlara ve insanlara zarar vermeyelim. :) He bi de birgün bir kedim olursa, aşağıdaki fotoğrafta ezilmesine ramak kalmış olan kediciğin cinsinden olsun. Cinsi nedir bilen var mı?


Fotoğrafları ümmüşümün bana yolladığı bir mailden alıntıladım,haberiniz ola :)

6 Ocak 2010 Çarşamba

KİRAZZADE'NİN ÇİFTLİĞİ :)

Sizin de başınıza bela oldu mu bu çiftlik olayı :) Herşey şu aşağıdaki birkaç mt2'lik alana patlıcan ekmemle başladı:

Sonra patlıcanlar büyüyüp de toplanma kıvamına gelince hevesim arttı. Yıllardır hevesle eve alıp da çürüyüp ölmesine yol açtığım güzel çiçeklerden sonra bir bitkiyi sağ salim yeme kıvamına getirdiğim için gururla doldu içim. Yani gazımı alıp da çeşitleri çoğaltınca bahçem şu hale geldi:

Pirinç, patlıcan, çilek... :) Hatta iki inek :) Çiftlik komşularım ıssız bahçeme acıyıp gönderdiler ineklerimi. Vakti gelince sağılmak üzere :) Bir müddet sonra ağaçlar, çitler ve minik bir gölcüğüm bile oldu. İşte ispatı:

Ben işi gücü bırakıp, akşamları eve "Amanın, çiftliğim ne halde, daha inekler sağılacak, sebzeler toplanacak, çekilin yoldan." diyerek koşa koşa giderken koyunlarım,keçilerim, atlarım, su kuyum ve başımı sokacak bir evim daha doğrusu bir depom oldu :)

Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur misali güllerim fışkırdı :) , tavuklarımın özel kümesi, ineklerimin özel ahırı ve bir de ren geyiğim oldu:

Hattaaaa, kar yağdı, kardan adamım oldu :) Yılbaşı gelince de koskocaaaa bir hediye yığınım oldu çiftlik komşularımdan gelen hediyelerle :P Küçük bir de evcik mi desem kulübecik mi desem, ondan aldım işte :)

Ve, karlar eridi, güneş geri geldi, bahçem koskocaman oldu, ağaçlarım ve hayvanlarım çoğaldı. Her taraf meyve-sebzeyle doldu. Hayvanlarım işlenmek için bekler oldu:P Çiftliğimin etrafını çitlerle çevirdim, mal canın yongasıdır:P Sanal bile olsa :) O ortadaki benim tabi:)

Bunca yazıdan sonra bilin bakalım ne diicem :) Ay ben çok sıkıldım bu çiftlik işinden yaa :D Üfff hergün ek-biç-topla-sür, tekrar ek-biç-topla-sür... Yok yok bana göre değil. Koyunlar bi yandan, tavuklar bi yandan, inekler sağılacak. Yumurtalar toplanacak. Meyveler dalından koparılacak. Gelmeye devam eden hediye paketleri açılacak. Traktörün benzini bitti diye dertlenilecek, traktörsüz sürülecek toprak. Toplamayı unutunca bitkiler çürüyecek. Ama mal benim malım ya, atmaya-satmaya da kıyamıyorum :D Komşu çiftliklerden talan malan etseler de kurtulsam bari yaa. Üç beş gün üzülürüm sonra kutlamalara başlarım.Buradan sayın yetkililere sesleniyorum: "Eeeyyy çiftlikler birliği yönetimi başkanı (ki öyle birşey var mı bilmiyorum), çiftliği talan etme seçeneği koyun da huzur içinde uyuyayım artık."
Hadi ben yine elim mahkum çiftliğime gideyim de şu meyveleri toplayayım, başka yolu yok:P

1 Ocak 2010 Cuma

Ha Gayret :)


Tombul bir bayan olarak sürekli diyete başlamak ve diyeti bozmakla geçiyor ömrüm :P Bir ara epey istikrarlı bir şekilde sürdürüp 10 kg vermiş, sonra "Eeeeh yetti uleeennn,yiyecem işte!" deyip yine bozmuş ve yemek yemenin o tarifsiz zevkine tekrar kavuşmuştum :) Eşim ve benim kadar yemek yemekten bu kadar zevk alan kaç kişi vardır bilemiyorum :)
Aslında sağlığıma olumsuz yönde etki etmediği sürece pek de şikayetim yok kilolarımdan :) Ama bulabildiğim kıyafet sayısı epey düşmeye başlayınca diyetisyenimin kapısına attım yine kendimi. Bi güzel fırça yedikten sonra tekrar çileli günlerime başladım:P Yok yaa, aslında o kadar da çileli değil. Günde 6 öğünüm var, daha ne olsun dimi :) Yemek bloglarında dolaşarak kendime işkence yapıyor olmamı saymazsak, uygulaması zor bir diyet değil açıkcası. Şimdilik bir hafta oldu. Haftaya kontrolüm var. Bakalım eccük de olsa azalmış mıyım :) Genelde ilk bir ayda 4-5 kg verilebiliyor ama daha sonra metabolizma bu yemek şekline alışmaya başladığı için ,kilo vermek biraz daha zor hale geliyor ve uzun vade gerektiriyor. Her an bozabilirmişim gibi bir his var içimde :P Ama bu sefer eşim tehdit etti beni. Eğer en az 6 ay diyete devam etmez de bozarsam kendine 32 GB iPhone alacakmış. Kendileri 2400 TLcik. Benim gibi fuzuli para harcanmasına kızan biri için çok ağır bir ceza olacak bu, o yüzden şuan boğazımı tutmaya devam ediyorum :)
He bir de çok fena uyuz-gıcık-sinir olduğum birşeyi de anlatmadan geçemiyciğim. Diyetisyene gittim, kapıda bekliyorum. Bir tane da hanım ablamız var. Taş çatlasın 26 yaşındadır. o da bekliyor diyetisyeni. Ama Demet A.kalın gibi birşey. Yani zapzayıf, upuzun. Ben de içimden "Şu işe bak, ben kilo vermeye geliyorum, bu kız da kilo almaya gelmiş. Kader işte:P " falan diye iç çekiyorum. Sonra bu kızcağızımızın nişanlısı da geldi. O da gidiyormuş diyetisyene. Tartıldı bunlar. Sonra kız demez mi "Ayy bak bir kilo daha vermişim, 54 kiloyuuuum" diyeeee. Anaaaaaaa, oracıkta kalkıp boğuveresim geldi yaa :S Huuu kızıııımmm, senin o beğenmediğin 54 kiloya hatta 60 kiloya inebilmek için ben neler çekiyorum biliyor musuuun?

Bak şu tabağa, otlarla boğuşuyorum. Git otur evinde, ye yemeğini yaa.
Ben tam da boğmak için kalkacakkeeennn, bunların bir kız arkadaşları daha geldi. Mismini etekli, manken gibi bir kız. Ne oldu bilin bakalım? Bu da zayıflamaya gelmiş. Ühüüüüü, ben bu başımı hangi taşlara vurayıııımmm? Hangi camlardan atayım kendimi aşağıya? Oyyy afakanlar bastı bana. Duramiyciğim buralarda. Gideyim de su içeyim, meyve saatim için meyvemi hazırlayayım. Offf...

Ayyy Çok Mutluyuuuuummmm :P



Hehe, şu kısacık blog hayatımdaki ilk mimimi almış oldum :) Nasıl yapılıyor bu bilmem ama ben tahmin ettiğim şekilde cevap vereyim sorulara. Beni mimleyen kişinin blogundan soruları kopyalayıp burada cevap yazıyorum dimi? Öyle değilse de ben öyle yapacağım ve olacak işte, itirazınız mı var :P
Hadi geçeyim sorulara artık, işim gücüm var zaten :P

-2009'a girerken gözlerinizi kapatıp neyin olmasını dilediniz, sonuç ne oldu?
Valla aşağıdaki postta da dediğim gibi, yılbaşı benim için özel bir gün olmadıgı için gözlerimi kapatınca uyumuşumdur kesin :) Sonuç da rüya falan görmek olmuştur:)

-2009 da sizi en çok mutlu eden neydi?
Çamaşır ve bulaşık makinesi almış olmam ve bir de tatile gitmiş olmamız :)

-2009 da sizi en çok üzen neydi?
Bazı özel sorunlar ve bir de Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümü. Aklıma ilk gelen bu ama eminim başka şeyler de olmuştur. Ben çok çabuk üzülürüm kötü olaylarda.

-2009 sizce ne renkti? Neden?
Geneli griydi hayat koşuşturmasından dolayı. Ama arada güzel pembe tonları da oldu :)

-2009 u tek bir cümleyle nasıl anlatırsınız?
"Geçti gitti işte." derim :)

-Yılbaşı hediyesi olarak ne almak isterdiniz?
Yılbaşı hediyeleşmesini de anlamsız bulduğum için :) herhangi birşey almak istemezdim. Ama genel anlamda cevap vermem gerekirse, çanta ve eşarp hediye edilmesini isterim:) Hergün hediye verilse hayır demem yani :P

-Bu gece saat 12 olduğunda dileğiniz ne olacak?
Gece 12yi monikiyi bilmem ama genel dileğim, sağlık, huzur, bebek :) ve daha az yorgunluk.


Sorular bittiğine göre ben de başkalarını mı mimlemeliyim? Hmmmm, o zamaaannn, şu kişileri mimliyorum:
Sümeyye
Ümmüşüm
Viktora Butik

Bakalım cevap gelecek mi:) Ben işimin başına dönüyorum :) Siz takılın burda beraberce :P